Terrence Malick ve The Thin Red Line
Başka kitapları Türkçeye çevrilse de Türkiye’de daha çok Çavdar Tarlasında Çocuklar adını verdiği eseriyle benimsenen Jerome David Salinger, münzevi duruşuyla dikkatleri üzerine çekmiştir. Bu özelliğiyle Thomas Phynchon’ı akla getiren Salinger’ın metinleri sinematografik öğeler taşımasa da sinema yönetmenleri veya oyuncular ya ondan etkilenmişler ya da onunla özdeşleştirilmişlerdir.
Badlands (Kanlı Toprak), Days of Heaven (Cennet Günleri) ve ondan yirmi sene sonra çektiği The Thin Red Line (İnce Kırmızı Hat) başlıklarını taşıyan çalışmalarıyla adı kitleselleşen Terrence Malick, söz Salinger’dan açıldığında yâd edilen isimlerdendir.
Hollywood endüstrisi karşısında boyunları kıldan ince olsa da ve Beyaz Saray’a methiye dizmedikleri izlenimini uyandırsalar da, aslında kalpleri Big Brother (Büyük Kardeş) ve onun neoliberal söylemiiçin atan Steven Spielberg ve Oliver Stone gibi sinema yönetmenlerinin dünyasında tutunmaya çalıştığı için Malick’in münzeviliğini doğal karşılamak gerekir.
Sadece yönetmenler değil, birçok aktör veya aktris, kendileriyle söyleşi gerçekleştirilmesi için ellerinden gelenin fazlasını yerine getirirlerken Malick’in şimdiye kadar bir gazetecinin bile karşısına çıkmaması, münzeviliği lafta bırakmadığını belgelemektedir.
Badlands ve Days of Heaven Malick’in filmografisinin kilometre taşları olsalar da, 1998 yılında yönettiği The Thin Red Line, adının Dünya Sinema Tarihi’nde yer almasını sağlamıştır.
Spielberg’in Saving Private Ryan (Er Ryan’ı Kurtarmak)’inin alternatifi olarak görülen bu sinema filmi, İkinci Dünya Savaşı’na, bu savaşta stres yüklü anlar yaşayan askerlere ve onların anlarına ayna tutarken, Big Brother’ın zihniyetini sorgulamayı da ihmal etmemiştir.
Sahnelerine öylesine odaklanmayan izleyiciye, Erich Maria Remarque’ın kaleme aldığı ve Lewis Milestone’un 1930 yılında çektiği All Quiet On The Western Front (Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok)’unu hatırlatan The Thin Red Line, izleyiciyi militarizmi sorgulamaya da davet etmiştir.
Militarizmin önce insanın içinde filizlendiğini ve dallanıp budaklandığını anlatan sinema filminin, bu yönüyle, faşizmi, insanın urunda gören Umberto Eco’nun kulaklarını çınlattığı da söylenebilir.
Askerlerin anlarını ayrıntılandırırken, psikolojiden çok, psikiyatriden ilham alan psikanalizden beslenen The Thin Red Line, refleksif cümlelerle yüklü olmamasıyla da Saving Private Ryan’dan ayrılır.
Spielberg, sade suya tirit cümlelerle yetinen sözümona sinema eleştirmenlerinin dillerine pelesenk eyledikleri ifadeyle Büyük Prodüksiyonların yönetmeni olarak sahnede yerini alır ve onun gibi refleksif izleyicisini yine avlama yolunda ilerlerken Malick, izleyicinin av olmadığına inandığı için eleştirisinde taşı gediğine oturtan bir sinema filmine imza atmıştır.
Niteliksize prim vermeyen; Sean Penn, Adrien Brody, Jim Caviezel gibi isimleri bir araya getiren bu sinema filmi, bir elin parmaklarını geçmeyen isimler hâricinde Türkiye’de Sving Pirvate Ryan kadar takdir toplamamıştır. Bunun nedeni, Türkiye’deki, sadece sıradan olmakla itham edilen değil, üniversiteler bitirdiklerini, kitaplar devirdiklerini iddia eden yığının; militarizm dâhil, kavramlara, işlerine geldiklerinde gündelik pratiklerinde yer vermeleri, onları, Türkiye’ye özgü magazinin söylemiyle tanımaları ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki sinema hareketliliğini, Büyük Prodüksiyonların rotasından şaşmayarak takip etmeleridir.
Terrence Malick’in böyle bir izleyiciye ihtiyacı yoktur çünkü o sadece eser düzeyindeki sinema filmlerini gerçekleştirdiği ülkenin, o ülkenin sinema endüstrisinin değil, kendisinin de yabancısı olduğu bir hayatı yaşamaya devam etmektedir.