ÖZEL RÖPORTAJ: Bursa’da Mehmet Güreli Rüzgarı

KÜBRA COŞAR’IN RÖPORTAJI: Bu yıl Nilüfer Belediyesi tarafından 4.sü düzenlenen Uluslararası Caz Tatili’nde Mehmet Güreli sahne aldı. Konser öncesi Kent Gazetesi’nin sorularını yanıtladı ve “Bu hayatta en önemli şey nasıl hatırlanacağındır” dedi. Biletleri çok önceden tükenen müzisyene konser boyunca sanatseverler eşlik etti. Konser sonunda Nilüfer Belediye Başkan Adayı Turgay Erdem de sahneye çıkarak sanatçıya teşekkür etti.

16.02.2019
A+
A-

Kübra Coşar

İstanbul aşıkları bilir. Eşinizle dostunuzla ne zaman kaybolsanız sokaklarda Beyoğlu’nda, Cihangir’de Pera’da hatta Kadıköy’de onun ezgilerini duyarsınız bir yerlerden. Size devamlı aşkı fısıldar, sorular sorar. Fars şair Ömer Hayyam’ın rubaileri de yine onun ezgilerinde hayat bulur, çalınır kulağımıza. Ne zaman aşık olsak, içimizde kelebekler uçuşsa dilimizde neşeyle onun şarkıları yer bulur. Gece’nin Yalnızlığı’nda acı çekerken de o vardır. Gözlerimiz kamaşsa da güneş hep ona doğar. Kimden bahsediyorum? Tabi ki milyonların da şarkılarına eşlik ettiği Mehmet Güreli’den. Türkiye onu şarkılarıyla, besteleriyle tanısa da o genel anlamda sanatın her türüne bulanmış bir isim. Müzisyenliğinin yanında hem sinemacı hem edebiyatçı ayrıca ressam. Türkiye’nin en üretken entelektüellerinden biri. Geçtiğimiz yaz Salah Birsel’in düşünce romanı ‘Dört Köşeli Üçgen’i beyaz perdeye uyarladı. Film de 6. Uluslararası Kayseri Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Görüntü Yönetmeni ve Jüri Özel ödüllerini kazanmıştı. Film ayrıca Avrupa Görüntü Yönetmenleri yarışmasından da ödül bekliyor. Mehmet Güreli 14 Şubat Sevgililer Günü’nde bu yıl 4.sü düzenlenen Nilüfer Caz Tatili’nin konuğuydu. Kimse Bilmez, Uçurtma, Zamboni Sokağı gibi sevilen şarkılarını paylaştı severliyle. Biz de konser öncesi keyifli bir sohbet gerçekleştirdik kendisiyle; edebiyattan müziğe, sinemaya kadar sanat serüvenini ve İstanbul’a olan aşkını konuştuk.

Öncelikle Bursa’ya hoş geldiniz. Daha önce Bursa’da konser vermiş miydiniz?
Evet.
Caz Tatili programı belli olup biletler satışa çıktıktan çok kısa bir süre sonra tükendi. Bursa belli ki sizi çok seviyor. Neler söylemek istersiniz? Heyecanlı mısınız? Tekrar gelmek ister misiniz?

Evet, tabii ki de konserlerde heyecan duyan biriyim. Bursa için heyecanlıyım. Bunu gelecek gösterir ama hissediyorum devamı gelecektir. Arz talep meselesi. Yakın zamanda da olabilir ama varsayımlar üzerine konuşmayalım.
Türkiye sizi besteleriniz ve şarkılarınızla tanısa da, siz aynı zamanda ressam yönetmen ve edebiyatçısınız da. Peki, Mehmet Güreli kendisini nasıl tanımlar? Varoluşunu hangi sanatçı kimliğiyle tamamlar?
Ben ilk yıllarda hep sinema yapmak istiyordum fakat zaman insanı alıp sürüklüyor. Sinema yapmak aynı zamanda büyük bir prodüksiyon demek. Sinema bir kadro işi. Müzikten farklı, gitarını alıp odanda tek başına çalmaya benzemiyor. Başka türlü hazırlıklar gerekiyor. Onun dışında hiçbir sanattan kopuşum yok. Dünyada her şeyin birbiriyle bağlantısı olduğu gibi sanat türlerinin de bir ilintisi var. Yedinci Sanat dediğimiz sinema aslında çok yeni bir tür. Diğer sanatlardan da kendine bir şeyler kattı. Edebiyattan tiyatrodan, resimden, müzikten.. O yüzden bir ayrım yapmak istemiyorum. Bu işlerin hepsini bir bütün olarak görüyorum ve zevk alıyorum. Ama gönlün nerde dersen kendimi bir film adamı olarak görüyorum. Sinema yapmak zor, hikayeyi kurguyu kafanda oturtuyorsun. Bazı hikayeler kafanda on dakikada bazıları ise on senede beliriyor. Onun dışında okumayı da çok seviyorum. Tarih felsefe, hiçbirinden kopmadım. Bir roman, edebiyat eseri yaratırken tek başınasın mesela ya da resim yaparken ama sinema kolektif bir ürün. Senaryodan teknik ekibe kadar herkesi bu dünyaya sürüklüyorsun. Belki de bu yüzden sanatların en zorlarından. Sanat sadece yetenekten ibaret değil. Çok çalışmak gerekiyor. Kendi içinde bir şeyler yaratmak isteyen bir sıkıntı keşfettiysen bunu ancak çalışmayla tamamlarsın. Her şey için böyle. Gönlünü vermek gerekiyor. Mesela sinemaya çok erken gönül verdim. Çocukken hep sokaklardan geçer sokak adlarını not alırdım. Bir şeyler kurgulamaya çalışırdım. Sokaklar, notlar ve ömür hep bir amaç uğrunaydı. 
Sinema demişken idolleriniz var mı, mesela ilk üç filminiz desem?
Olmaz mı, dolu sayabilirim. Mesela Pickpocket (Yankesici) derim, Robert Bresson filmi. Hitchcock’unVertigo’su derim. Sonra Fransız sineması çok iyidir. Jean-LucGodard’tan Çılgın Pierrot, Serseri Aşıklar. François Truffaut’un Jules ve Jim filmi efsanedir, 400 Darbe de öyle keza. OrsonWelles filmlerini de severim, Yurttaş Kane, Dava ve daha bir çoğu. Fransa demişken; 19 yaşında Louvre Müzesi’ni gezme fırsatım oldu. E. Delacroix’yı (Fransız Devrimi’ni simgeleyen ünlü tablonun yaratıcısı) görünce vurulmuştum mesela. Bu yüzden sanat eserlerinin oluşması da belli koşullara bağlı. 
SİNEMA SERÜVENİM SALAH BİRSEL İLE BAŞLADI

Edebiyat ve sinemadan devam edecek olursak siz aynı zamanda sinema eleştirmeni olan Salah Birsel’in de yeğenisiniz. Geçtiğimiz yaz romanı ‘Dört Köşeli Üçgen’i de sinemaya uyarladınız. Bu fikir nasıl ortaya çıktı, süreç nasıl gelişti, özellikle neden siyah beyaz seçim? 
Salah Birsel bir fikir adamıydı; Salah’tan çok beslendim ondan etkilenmemek mümkün değil. Odası benim için bir mabet gibiydi. Daha çocukken onun sinema dergilerini karıştırırdım. Aramızda öğretmen öğrenci ilişkisi oldu, dost olduk. Yıllarca aynı evde oturduk. Sonraları ben onun editörlüğünü yaptım. Ondan öğrendiklerimi şimdi başkalarına aktarıyor, başkalarını besliyorum.Ama ben hiçbir şeyin sınırı olduğuna inanmıyorum. Asla ‘ben oldum’ demem. Öğrenmenin üretmenin yaşı yok. Şu sıralar da yeni bir film, kitap ve sergi hazırlıyorum. Onlarla meşgulüm. Bitiremediğim hikayelere devam etmek istiyorum. Son filmin fikrini de beraber çalıştığım arkadaşlarımla birlikte oluşturduk. Mesela rüya sahnesini de sonradan ilave ettik. Romanın dışında bir şeydi o. Siyah beyaz olmasını istedik. Bunun için Budapeşte’ye gittik teknik anlamda yardım almak için. On gün bunun için çalıştık. Siyah beyaz da filme çok yakıştı. Güzel tepkiler aldık. Film Avrupa Görüntü Yönetmenleri yarışmasında birinci oldu. Diğer yarışmalara da göndermeye devam ediyoruz. 
Siz geçtiğimiz yıllarda Peyami Safa’nın Selma ve Gölgesi romanını da uyarladınız beyaz perdeye. Öyle görünüyor ki edebiyat ve sinema ilişkisi sizin için çok önemli. 
Aslında biraz rastlantı her ikisinin de uyarlama olması. Ama ben bu filmde de değişiklikler yaptım. Daha önce kısa filmlerim, çektiğim belgeseller olsa da ‘Gölge’ ilk uzun metraj filmimdir. Edebiyat sinema ilişkisi farklı bir şey. Birbirlerini daha çok besliyorlar. Ama özünde ikisi de farklı türler. Yani birbirleriyle uyumsuz olduğu örnekleri de çoktur. Sadece benim için konuşmuyorum. Mesela Shakespeare çok severim, en sevdiğim eseri Kral Lear. Ama 2018’deki uyarlamaya ısınamadım. Üstelik başrolde Anthony Hopkins varken.
Türkiye toplumu şuan zor günlerden geçiyor. İnsanlar arasında belirgin kutuplaşmalar var. Birbirlerine karşı olan tahammülsüzlüklerden tutun da ötekileştirmeye kadar varıyor iş. Gelecekte sosyal bilimcilere de çok iş düşecek belli. Peki bu değişen dinamikler size ne hissettiriyor? Sanat üretiminizi nasıl etkiliyor?
Ne zaman zor günlerden geçmedi ki? Sinema açısından konuşuyorsak şuan Stalin veya Hitler dönemi gibi Gestapo sistemi yok. İkinci Dünya Savaşı döneminde mutlaka setlerde birileri olurdu hatta sete bile gidemezdin. Toplum açısından konuşursak da aslında bakarsan toplumu da sanatla iç içe görmüyorum. Çoğunluğun günlük kaygıları var. Belli başlı şeyler öğrenmişler, hayal kurmadan hep aynı şekilde yaşıyorlar. Yani Almanya’ya da gitse Avusturalya’da da yaşasa hep aynı şeyleri düşünüyorlar. Ev sahibi olayım, çocuğumu okutayım. Yani kendinden, kendine yatırım yapmaktan vazgeçmiş anne babalar var. Ama bunları analiz etmek dediğin gibi sosyal bilimcilerin işi. Dün de bugün de sinema açısından aykırı bir şey yapamıyordunfarklı olan dışlanır korkusuyla. Ben kendi istediğim şeyleri yapıyorum, başkalarının değil. Bu yüzden sanat yapmak istiyorsan günlük kaygılardan uzaklaşmalısın. Mozart, toplum sorunlarına ya da yaşadığı çağa kafayı taksaydı Requiem’i yaratabilir miydi sence? Ya da Samuel Beckett’ı  düşün. İkinci Dünya Savaşı’nda gestapodan kaçmak için yıllarca eşiyle bir çatı katında yaşadı ve orada bir roman yazdı (Watt). Bu romanda İkinci Dünya Savaşı hakkında tek kelime bile yoktur. Üstelik Beckett Fransa direniş hareketine aktif olarak katıldığı halde. Korkunç bir çağda yaşıyor olabilirsin, yaşadığınla yaptığın birbirine uymayabilir. İyi şartlara da sahip olabilirsin. Ama bunun üzerine bir şeyler katmak zorundasın. 
Peki anlattıklarınıza ek olarak toplum insanı köreltmez mi sizce? Bu davranışı yapacağım, bunu yaşayacağım ama toplum normlarından, toplumun genel ahlakından büyük bir tokat yiyebilirim korkusu yok mu insanlarda?
Tam manasıyla öyle ama yine de bir şeyler yakalıyorsun hayatta. Tarihe de geçebilirsin, kalıcı olmak isteyip de silinebilirsin de. Belki yarın öbür gün birisi gelecek her şeyi yakıp yıkacak ve bizden de bir iz ve yarınlar bırakmayacak. İşte en önemlisi nasıl hatırlanacağın. Mesela Babil Kütüphanesi’ni yakan Hülagü Han’ı kim iyilikle hatırlıyor? Bu adam tüm kütüphaneyi Dicle Nehri’ne atarak yok etmiş. Hepsi el yazması eserlerdi. Şimdi geriye ne kaldı? Zavallılar hep güçleriyle hatırlanmak istiyor ama tarih de derslerini böyle veriyor onlara. Lanetle hatırlanıyorlar.
Çok haklısınız sanat ve edebiyat eserlerine gözümüz gibi bakmamız lazım. 
Aynen öyle.
İSTANBUL BENİM HER ŞEYİM
İstanbul’da, Taksim’de Beyoğlu’nun arka sokaklarında dolaşırken Pera’da dostlarla otururken, Galata’da yürürken hep bir kafede, kitapçıda, sokaklarda sizin ezgilerinizi duyuyoruz. Öyle ki sokak müzisyenleri bile sizin şarkılarınız söylüyor aşkla. Siz  İstanbul’da doğup büyüdünüz. Fransa aşığı olsanız da İstanbul sizin için çok önemli. Mehmet Güreli artık Cihangir ile özdeşleşti. Peki İstanbul,  Cihangir sizin için ne ifade ediyor?
Ben hep Beyoğlu’nda dolaşırım hala. İlkokulum da Tünel yakınlarındaydı. Cihangir’i çok seviyorum. Yazın kaçayım da yazlığa gideyim, kafamı dinleyeyim gibi bir hevesim olmadı hiç. Yaz kış hep İstanbul’u bekledim. Eskiden daha güzeldi İstanbul. Her yaz Tarabya’da denize girerdik, çok temizdi. Beyoğlu Sineması’nda günde beş seans film izlerdim düşün. Şimdi o İstanbul dokusunun bozulduğunu düşünüyorum. Çok acıklı bir şey daha var. Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan insanlar tek tek gidiyor oradan. Yerini dolduramıyoruz, yaşatamıyoruz. Devam edenler çok azınlıkta kaldı. Bir şeyler bitiyor demek ki, bunu da kabul etmek lazım. Ama hala çok seviyorum her şeyim, dostlarım burada. Beyoğlu’nda gezmeden sahaflarda dolaşmadan gün geçirmem diyebilirim. Mesela Robinson Crusoe Kitabevi’ni de ben açtım. 
DÜNDEN BUGÜNE EDEBİYAT
 Söyleşi bitiminde provaya geçmeden Nazım Hikmet Kültürevi’ni gezdiriyorum Mehmet Güreli’ye… Hayranlıkla bakıyor Ara Güler’in elinden çıkan portrelere. Sonra başlıyor edebiyatçı dostlarını anlatmaya bana. Leyla Erbil, Enis Batur  ile olan arkadaşlığı, Oğuz Atay ile paylaştıkları. İkinci Yeni’den konuşuyoruz. Hüzünle ve mutlulukla bahsediyor İlhan Berk ve Edip Cansever’den. Gençliğim onlarla geçti diyor. Dayanamayıp Orhan Pamuk’u soruyorum. “Onunla da tanışıyor musunuz?” diye. “Tabii” diyor, “Orhan çok yakın oturuyor bana. İstanbul fotoğraflarını çektiği sergiyi git gez” diyor bana. Sonra sahneye uğurluyorum Mehmet Güreli’yi prova için, ama dayanamayıp yine çıkıyorum yanına, orda da yalnız bırakmıyorum onu.
TANGO SÜRPRİZİ
Konsere dakikalar kala bir bir dolmaya başladı Nazım Hikmet. Müzikseverler heyecanla konseri beklerken Nilüfer Belediyesi sürpriziyle Sevgililer Günü’ne özel tango dansçıları sahne aldı Şiir Kütüphanesi yanında.  Nâzım Hikmet Kültürevi’ndeki konser öncesinde Nilüfer Belediyesi Tango Atölyesi dansçılarından İrem Güzel ve Hüseyin Öztaş sergiledikleri Arjantin tango performansıyla sanatseverlere güzel bir sürpriz yaptı.Sanatseverler hayranlıkla izledi gösteride bu romantik anın tadını çıkardı herkes. 
 

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.