Halide Nusret Zorlutuna
Türkiye’de kaleme alınan Edebiyat Tarihi’nin erkekegemen söylemin icazetini alması, sadece kadın imzaların değil, erkeklerin de erkek egemen söylemle tanıtılmasına yardımcı olmuştur. Kadınları “kadın” oluşlarıyla ele alma misyonundan kendisini bilerek ve isteyerek soyutlayan Edebiyat Tarihi, sözü erkeklerden açtığında ise, onların sadece söyleme nasıl hizmet ettikleri üzerinde durarak, kadınların yollarının açılmasında onlara ne ölçüde destek oldukları konusunda, yapısı gereği yeterince mesai harcama gereğini duymamıştır. Oysa, derinlere bile inmeyen araştırmalar araştırmacıları, imparatorluktan Ulus-Devlet’e devreden dönemden önce, “Aşırı Batılılaşma” sürecinden itibaren, bu bağlamda çaba harcayan birçok isimle tanıştıracaktır. Bu isimler ve onların iz sürücüleri, klişeleşmiş ifadelerle tanıtıldıkları için kadının konumuna ilişkin değerlendirmelerini anlatan bir sayfa tam anlamıyla açılamamıştır.
Bu iz sürücülerden birisi olan Tevfik Fikret, Haluk-Asım güya kutuplaşmasının içine sıkıştırıldığı, lanetini payitaht başkenti üzerine yağdıran bir şair olarak tanıtıldığı ve diğer yönlerinin üzerindeki sert ve kalın tabaka kırılmadığı için, onun kadın imzalara yön vermesi ve bunun boyutları konusu diğer isimlerde olduğu gibi gölgede kalmıştır.
Hem, imparatorluğa Meşrutiyet’i taşıyan İttihat ve Terakki Partisi’nin ve Jön Türklerin, hem de saltanatın uygulamalarına muhalefet ederek yolunu belirleyen Fikret, kadın konusunu ele alırken de farklı bir izi sürmüştür.
Onun, kadını insani gerçekliğiyle ve duruşuyla ele alması, birçok kadın imzayı ve özellikle Şükûfe Nihal ile bu yazının merkezine alınan Halide Nusret Zorlutuna’yı daha çok etkilemiştir.
Nihal’de bu etki derine iner ve çaplanırken, Zorlutuna’da savrulmalar yaşamak zorunda kalmıştır.
Yirminci yüzyılın başında, 1901’de İstanbul’da doğan, döneminin ileri gelenlerinden mutasarrıf Avnullah Kazmi Efendi’nin kızı olan Zorlutuna; bu savrulmayı, Fikret’in yaslandığı gelenekten farklı bir yerde duran “Türkçülük” ten beslendiği için yaşamıştır.
Zorlutuna’nın algıladığı “Türkçülük”, “Çin Seddi’nden Orta Asya’ya” açılmayı hedefleyen bir “Türkçülük” değildir. Zorlutuna, Yahya Kemal Beyatlı ve çevresindekilerden etkilenerek “Türkçülük” için 1071 tarihini milat olarak almış, 1071’i ve sonrasını hazırlayan döneme göndermelerde bulunmamıştır.
Yahya Kemal Beyatlı ve çevresindekilerden etkilenmesi Zorlutuna’yı “Dergâh Müdavimi” yapmayacaktır. Sadece tarihsel bağlamda ortak paydada buluştuğu “Dergâh” topluluğundan onu toplumsal gelişmelere bakışı ayıracaktır.
Zorlutuna; toplumsal manzarayı, orta düzeyde görevlendirilen bir bürokratın yine aynı noktada, öğretmenlik yaparak hizmet eden bir kızı olarak, içine doğduğu bürokrasiyi kutsallaştırarak gözlemlediği için, onda, “İlk Bir Mayıs Şairi” Yaşar Nezihe’nin, sorgulayıcı tavrını aramak ve bulmak mümkün değildir.
Kadınları “kota” mağduru etmeyen derneklerin çalışmalarını destekleyen ancak bu desteği santimantal refleksine yenilerek toplumsal gerçekliği deşemeden veren Zorlutuna, çağdaşı İhsan Raife Hanım gibi kadın şairlerin yaşadıkları paradoksal duyarlılık(1) zaafından payına düşeni, santimantal bir kurguya tabi olsa da, toplumsal gerçekliği gözlemleyebildiği için fazlasıyla almamıştır.
İstanbul’dan Doğu’ya doğru uzanırken santimantal refleks bürünmüş Oryantalizm’in Faruk Nafiz Çamlıbel, Kemalettin Kamu gibi erkek seslerini yanına alan Zorlutuna’nın folkloru gibi Modernizm’i de profilden ve cepheden çekilen fotoğrafın karelerine sıkıştırılmıştır.
Okura, paradoksal duyarlılık kumpasına takılmamak için taktik geliştirmeye çalışan santimantal refleks özümsetildiği için folklor ve Modernizm bir kenar süsü, dekoratif bir unsur olmaktan öteye götürülememiştir.
Yirminci yüzyılın ortalarında dallanıp budaklanan ve yapraklarını yemyeşil açtıran artistik edebiyat da “artistik” olmasını bu santimantal reflekse borçludur.
Betül Coşkun’un yayımlanmamış şiirlerini de bir araya getirerek Timaş Yayınları’ndan 2008’de toplu şiirlerini çıkardığı; edebiyatçı Emine Işınsu ile öğretim görevliliği ve basın danışmanlığı görevlerini sürdüren, seslendirme ve tiyatro sanatçılığının kalburüstü ismi Banu Zorlutuna’nın annesi; edebiyat dünyasının iki önemli imzası İsmet Kür’ün kız kardeşi ve Pınar Kür’ün teyzesi olan Halide Nusret Zorlutunarefleksif de olsa bir santimantalizmin, arka planına, savrulmalara abone de olsa köklü bir fikir birikimini alan santimantalizmin izini sürmüştür.
Günümüzün; reflekslere karşı etkisiz, ne zaman düşmanlığın zuhur edeceğinin bilinemediği sözüm ona “dost meclisler” inde, kulaktan dolma, göz yorgunluğu tanımayan birikimle, hırtlambası sıkılarak soyuttan somuta yolculuğa çıkartılan santimantalizmi, sırtında artık bir kambur gibi taşıyan ortam düşünülünce; savrulmalarını bile estetize edilmiş bir düzlemde yaşayan Halide Nusret Zorlutuna’nınrefleksif santimantalizminin ne kadar haklı gerekçelerinin olduğu, bugünün okuruyla bu haliyle de içli dışlı olabileceği ve aslında tasarlandığı kadar refleksif olmadığı, net bir şekilde görülebilecektir.