Germaine Dulac
Vahşet Tiyatrosu kavramını edebiyat tarihine hediye eden AntoninArtaud’nun söylemi birçok yönetmeni etkilemiştir. Sadece yönetmen olmayan GermaineDulac’ta bu etki daha yoğundur.
Adı sinemayla özdeşleşmişse de müzik ve operada da kendisini kabul ettiren Dulac, bu çok yönlülüğüne Simone de Beauvoir gibi feministlerin de katkı sundukları hareketlerde aktif olmayı da eklemiştir.
Sinemasal Biçim kavramından sıklıkla söz eden Dulac, eleştirmenliği yönetmenliğe her daim tercih etmiş bir isimdir.
Eleştirmenliği, sinemayı, Artaud’nun edebiyat ve tiyatroda yaptığı gibi tersinden silkelemektir. Zaten bu özellik, Dulac’ıArtaud’ya yanaştırmıştır.
Klişenin kendisini yönlendirmesine izin vermeyen Dulac, psikiyatri ve psikanalizden aldığı ilhamla formu deforme etmiş ve deforme olanda formu aramaya ve aratmaya çalışmıştır.
Kaynaklar, onun psikolojiye meyilli olduğunu vurgulasalar da, eleştiri ve yönetmenlik alanlarındaki birikimi yakından ele alındığında, psikolojiyi, FrantzFanon gibi arada kaynattığı, psikiyatri ve psikanalize başrolü üstlendirerek sonuca ulaştığı berrak bir şekilde görülebilecektir.
Türkçeye sorunlu bir şekilde İzlenimcilik olarak aktarılan empresyonizme eli yüzü ziyadesiyle düzgün örnekler veren Dulac, deneysel filmleriyle de avangarda giden yolu açmıştır.
Feminist, empresyonist, deneyselci ve avangardDulac, sosyalist hareketlere ilgi duyarak, sözü edilen yolda ilerlemiş ancak sosyalizme olan inancı onun, Ortodoks Marksist bir çizgide ilerlemesini beraberinde getirmemiştir.
Yapımcılığı prodüktörlük düzeyinde olmayan, düşüncelerini ancak kendisinin finanse edeceği filmlerle anlatabileceğine inanan Dulac, sinemayla, hareketsiz fotoğrafa olan ilgisini de buluşturmuştur.
İlk filmlerinde melodramı kullansa da melodramatik kurgu zaafına saplanmayan Dulac, kadınların ve dolayısıyla erkeklerin yaşadıkları sorunları, melodramın dairesine esir olmadan anlatmıştır.
Saf Sinema kavramı da kendisinin alametifarikası olan Dulac, bu kavramı, izleyiciyle doğrudan bağ kurmak için kullanmıştır.
Saflık onun nazarında sadece temizliği karşılamaz. Bu yüzden de Dulacütopist bir sinemacı olarak değerlendirilemez, ütopya ile distopya arasında salındığını vurgulamak mümkündür.
Artaud’nun cümlelerinden feyz almakla birlikte mesafesini de korumayı ihmal etmeyen GermaineDulac, kendisinden sonra kamera arkasına geçen, feminizmi önemseyen yönetmenleri etkilemiştir ancak söz, Türkiye’den açıldığında etki, etkisizliğin gölgesinde kalmaktan kurtulamayacaktır çünkü Türkiye; feminizmi; kadın kayırmacılığı ya da erkek düşmanlığının ötesinde konumlandıramayan, aktarma ile uyarlama arasında mekik dokuyan, sinemada entelektüel birikim arama gereği hissetmeyen insanların ülkesi olma yolunda emin adımlarla ilerlemektedir.