TEKEL kimin, tek el kim?

30.11.2022
A+
A-

Geçtiğimiz günlerde CHP Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal, gazetemize ziyarette bulundu. Sorumlu Yazı İşleri Müdürümüz Hıdırcan Kaya ve ben dahil üç kişilik samimi bir sohbetti.

Buna neden değindim, milletin vekillerinin bile koruma ordusuyla gezdiği bugünlerde içlerinden birinin tam sözleşilen saatte sessiz sedasız ama pozitif bir enerjiyle kapıdan girip hırs ve egolardan ayrışmış bir diyalog kurması bizler için çok anlamlı. Tabi bunda Sarıbal’ın çiftçi bir ailede yetişmiş olması tabiri caizse halktan biri olmasının etkisi var. Maalesef birçok milletvekili belli bir zaman geçtikten sonra geldiği yeri unutuyor. Tabi bu sadece milletvekilleri için değil, parti başkanları ve belediye başkanları gibi önemli konumlarda bulunan isimler için de geçerli.

Sohbetimiz elbette tarım üzerineydi. İtiraf etmek gerekirse zaman zaman ağırladığımız konuklarla sohbetlerimiz esnasında konuya adapte olmakta zorlanıyoruz. Ancak Orhan Sarıbal’la sohbetimizde yakın tarihi konuşurken özellikle biz yeni neslin bilmediği ya da gözden kaçırdığı pek çok hususu dinledim. Bir ara odada oluşan sessizlikle Sarıbal, “İşte öyle” dediğinde, “Söyledikleriniz kafamda dönüp duruyor. Sarsıldım” diyebildim.

TEKEL EMEKTİ…

Sarsıldığım nokta aslında tam olarak şuydu, Tekel şirketinin kuruluşunda taşıdığı önemi fark edince bugün ‘Tekel bayi’ olarak bahsettiğimiz alkol satan yerlerin aklımıza gelmesi, yani Tekel/ tek el’in itibarsızlaşması…

1862 yılında kurulan Tekel, bildiğimiz anlamının dışında çiftçinin, üreticinin bir üretim zincirine dahil olduğu, devletin bütün olanaklarıyla çiftçinin yanında olduğu ve bu zincirin kopmaması için var gücüyle çiftçiyi desteklediği bir sistemdi. Bu sistem şu anki şekliyle olduğu gibi bünyesinde yalnızca alkol ve tütünü değil, çay, kahve ve tuz gibi ürünleri de barındırıyordu. Bilhassa bugün ÇAYKUR’un temsil ettiği çay üreticileri devlet güvencesiyle üretim yapıyordu.

Çiftçi üretir, devlet satın alır ve vatandaşa çiftçinin emeğinin erimeyeceği bir arz-talep dengesi bütünlüğünde satardı. Kazan-kazan modelinin en adil biçimde yürütüldüğü bu sistemle köylü gerçekten milletin efendisiydi.

Sonra araya kapitalizm girdi, ticaret girdi, inşaat sektörü yükseldi, üretici bir toplumken tüketici topluma dönüştük. Kapitalizm dengesine uyum sağlamaya çalışırken bugün dış güçler dediğimiz küresel kuruluşların “Toprağını ekme, gübreyi dışarıdan satın al, üreticinden elini çek” gibi dayatmalara boyun eğerek kendi topuğumuza sıktık.

Ekilebilir alanlarımız AVM’ye dönüştükten çok uzun bir zaman sonra da aklımız başımıza geldi. Ancak bu kez üretici küstü.

Bakmayın çok uzun zaman dediğime, aslında 1980’lerden itibaren 2000’li yıllara uzanan kısa bir süre zarfından bahsediyorum. Bu kadar kısa bir süre zarfında gelip geçen hükümetler, Kurtuluş Savaşı sonrası tarih yazan bir milletin emeklerini, ilmek ilmek işlenen bir sistemi ve tarımın önemini yok saymış, özelleştirme adı altında çiftçiyi kaderine terk etmiştir. 2010’lu yıllardan itibaren küresel iklim değişikliği bize tarımın önemini ‘Osmanlı tokadı’ eşliğinde hatırlatmıştır. Umarım geç kalmamışızdır!

Not: Bu minvalde gerçekleşen sohbetimiz sonunda Orhan Sarıbal’a, Tarım ve Orman Bakanlığı hakkındaki görüşünü sorduğumuzda, görev verilirse seve seve yerine getireceğini söylemişti. Kendisine de söylediğim gibi bu ülkenin her alanda gerçek sorunları görebilen ve çözüm getirebilecek kişilere ihtiyacı var. Kendisinin de bu yetkinliğine sahip olduğuna inanıyoruz.

 

YORUMLAR

  1. Ozan dedi ki:

    Keşke bütün vekiller bahsettiğiniz gibi olsa…