DOĞAL YAŞAM-DOĞADA YAŞAM
Tabiatla ve toprakla temasımız kesildi. Ağacın, yeşilin gittikçe hayatımızdan uzaklaşması ruhlarımızı yoksullaştırdı. Hayvanları, böcekleri, çiçekleri, kuşları, bitkileri çocuklarımız ancak televizyonda görüyor. Tabiata daha yakın olmamız lazımdır. Böylece daha doğal, daha insani ve daha mutlu olur; yaşadığımızın farkına varırız.
Baharda çiçek açan ağaçlar tabiatı canlandırıyor! Yazın sıcağında ağaçların tatlı serin gölgelerinde oturmamız, dallarından sarkan meyvelerini yememiz harika bir şey. Bunların farkına vararak yaşamalı. Eskiden evler duvarlı ve bahçeli idi ve içinde ağaçlar vardı. Şimdi beton yığınları arasında ruhlarımız sıkışıp kaldı.
Sanayi artıkları her yeri kirletiyor, tabiatın bakir yerleri ve ormanlar gittikçe azalıyor. Tabiatın dengesini bozuyoruz. Nükleer enerji santralleri bir gün büyük bir felakete yol açabilir. Bu ortam insana uygun değildir. Kırlara, temiz havanın olduğu yerlere çıkmalı. Şehirlerin boğucu ortamı insanın ruhunu ve düşüncesini boğuyor. Ne baharı ne yazı ne kışı hissederek yaşıyoruz. Kışın gürül-gürül yanan sobanın önünde oturmanın zevkini unuttuk. Hayatımız düğmeye basmakla geçiyor.
İnsan tabiattan kopmuş teknolojinin esiri olmuş. Toprağın kokusunu alamıyor, onunla haşir neşir olmanın, soğuğun, sıcağın, yorulmanın zevkini bilmiyor. En küçük mesafeye arabayla gidiyor. Rousseau’nun tabii ortamda yaşama ideali hayal olarak kaldı. Psikolog Jung elli yaşından sonra İsviçre’nin Zürih kentinde bir göl kenarında kendine ev yaptırdı. Su ve elektrik bağlatmadı. Ormandan odun kesiyor, sobasını yakıyor, suyu çeşmeden getiriyor, gaz lambası altında çalışıyordu.