BEN VE BENCİLLİK
Benliğimize sımsıkı sarılmış, etrafımızı onun kalın duvarları ile çevirmişiz. İnsan kendi küçük varlığını büyük bir titizlikle korumaya çalışıyor. Küçük hırslar, arzular, istekler ve çıkarlar onun gelişip serpilmesine engel oluyor. Bunlardan vazgeçmesi lazımdır. Nitekim bir tohum ancak toprakta çürüyüp kendini yok ederse ağaç olur.
Kendimizden başka kimseyi düşünemez hale geldik, Kimse kimseye yol vermiyor, konuşma hakkı tanımıyor. İstiyoruz ki hep biz öne geçelim. Makama, kürsüye, minbere, mikrofona biz geçelim. Nişanı biz alalım. Önde biz olalım, ön koltuk bizim olsun. Arkadaşımıza “buyurun sen konuş” demek hiç aklımıza gelmiyor. Eski zaman efendileri o kadar kibarlarmış ki bir şeyde öne geçmeyi hep arkadaşına bırakmak için mücadele ederlermiş. O diyordu sen geç, o diyordu sen geç.
İmdi benliğin mahiyeti nedir. Kimse de bunu anlamış ve çözmüş değil. Elim, ayağım ben değil; davranışlarım ben değil; hatta düşüncelerim ben değil çünkü bunlara ben sahibim, sahiplik yapanın sahip olunanla aynı olması mümkün değildir. Bacağım kesildiği zaman ben’im gitmiyor, düşüncelerimin değişmesi ben’e zarar vermiyor, ben bütün bunların gerisinde duran fakat varlığı elle tutulmayan, gözle görülmeyen bir şeydir. Ben hayali, farazi ve görünmez muhayyel bir varlıktır. Onu yakalamaya ve anlamaya kalktığınızda elimizden kayıyor, uçup gidiyor, buharlaşıyor.
Said Nursi ene’yi yani ben’i Tanrının sıfatlarını kavramak için bize verilmiş bir ölçüt olarak tanımlar. Yani insan sınırlı ve izafi benliğiyle sınırsız mutlak varlığı anlamak imkânına kavuşuyor. Mesela sende bilmek niteliği var, bununla Tanrının bilgisinin mutlak olduğunu idrak ediyorsun. Sartre ise varlığı “kendinde” ve “kendisi olarak” ikiye ayırır ve ene’yi kendisi için varlık olarak tanımlar. Kendinde varlık kendi özünü kendisi teşkil edendir. Mesela taş öyledir. İnsan ise hiçbir varlığa sahip değildir. Başkalarının mecmuu ve terekkübünden ibarettir, bir hayaldir.