İzzet Yasar-2
Varlık’ın Nisan sayısını bu konuya ayırması yanıp kavrulan içe su serpememiştir çünkü çalışmaları daha çok “Metis” gibi, kıymetli işlere imza atan yayınevlerinden, kadri kıymeti üç otuz paraya satmamayı özümsemiş okura ulaşan teorik metinlere imza atan isimler sayesinde, şiir başta olmak üzere edebiyatın eleştirilmesinden çok, disiplinlerarasılığın nimetlerinden istifade edilerek analize tâbi tutulmasından söz ediliyor. Eleştirinin analiz yanında güdüklükten güdüklük beğeneceği, özelde şiire, genelde edebiyata sahip çıkılmasından çok, serbestiyet sıklıkla vurgulanıyorken, birilerinin körün bellediği değnek misali eleştiriden söz etmeleri, aslında yıllar öncesinde bile kalamadıklarını net bir şekilde gözler önüne sermektedir zira yıllar öncesinde, Tanpınar da,eleştiri yerine analizi teklif etmiştir. Sözü gidişinden anlamayı daha çok tercih eden kalem erbapları ise “hayatı, sanatı, eserleri” şablonunun içerisinde eleştiriyi var etmişlerdir.
Merkezsiz taşrayı, merkeze ve taşraya inat yıllardır bina etmeye çalışanlar ise Nasreddin Hoca’nın kulağını çınlatarak ve ondan yola çıkarak, şu soruları yöneltmekten kendilerini alamamışlardır:
Nisan aynın Varlık’ında yer işgal eden ve şablonun bağrından çıktıklarını adeta bağıran yazılarda eleştiri buradaysa şiir nerede, şiir de eleştiri de buradaysa edebiyat nerede, şiir de eleştiri de edebiyat da buradaysa, şairin, “sıradan” etiketi vurduğu insanlarda göremediği için sızlandığı muhalefet nerede; muhalefet ancak Fuzuli’nin temsili resmi altında yapılıyorsa samimiyet ve hakikat nerede, samimiyet ve hakikat arayışı hayatta yapılmıyorsa, şair hangi hakla “sıradan” etiketini istediğine vurmakta gecikmiyor ve hatta şair, analize eleştiriye bulaşmadan önce niçin kendi içindeki “sıradan”la yüzleşmiyor, yüzleşmiyorsa, yaptıklarının, şiiri magazin bataklığında ite kaka yürüten mahlûkattan farkı ne?
Şiire ve şiirin eleştirisine odaklı etkinliklerde artistik pozlara kalkışmadan önce, bu sorulara, dolambaçlı yollara sapmadan karşılık verilmesi gerektiğini, yolun dolambaçlısına sapmayan için Halep’in de, arşınında özelde şiirin, genelde edebiyatın merkezsiz taşrasında olduğunu vurgulayanlar, kendilerinin politik şiir yazdıklarını iddia edenleri Antalya’da “Altın Portakal Şiir Ödülü’nü Şükrü Erbaş’a verdiklerinde görünce, Erbaş’ı kutlamayı ancak sorularını kaldığı yerden devam ettirmeyi unutmamışlardır:
“Demokrat”, “muhalif” bir duruş sergilemek, bu kavramları insanların gözüne sokarak, kendisi gibi yaşayanları bir araya toplamakla mı oluyor; eğer böyle oluyorsa Hitler’in Nazizm’ine, Mussolini’nin faşizmine söylenme hakkını kim ne hakla kendisinde buluyor ve bu topraklarda yaşayan Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi şairler neden sadece “iyi niyetli” komşu olarak algılanıyor, İsmet Özel’i Sivas konusunda yargılarken, şairliğinin altını özellikle çizmeyi unutmazlarken Antalya’da onun için eleştirel de olmak şartıyla, neden yer ayrılmıyor?Dergilere bu isimler konuk edildiklerinde, neden önce şiirleri değil de yaşam tarzları konuşularak sayfalar boş yere dolduruluyor?Neden, bütün meyveler gibi kıymetli ve değerli olan portakala, onun için ter dökenlerle değil de altın suyuna batırılarak saygı gösteriliyor?Neden şiir olmak değil de öncelikle şair olmak pirim yapıyor?
Bu sorular, şair ve şiir olmak dışında, şiirin bir edebi tür olarak değil, hayatın her noktasına dokunan bir fiil olarak görüldüğü için sorulmuştur.
Sadece şiirde değil düzyazıda da performansını düşürmeden, politik şiirin ve dolayısıyla düzyazının ironik kodlarını çizerek ilerleyen İzzet Yasar, Cuma Duymaz’ın karayazı dergisi için gerçekleştirdiği söyleşide şiirin, her türlü sanat pratiğinin belli bir haline tekabül ettiğini vurgulamıştır.