Elizabeth Bishop
Emily Dickinson ve Christina Rosetti’yle ortak paydada buluşturulabilecek Elizabeth Bishop, duygusal söylemi cinsel boyuta taşımaması ve kolonyalize söylemi alttan alta eleştiren dizelerle şiirini örmesiyle sözü edilen şairlerden ayrılır. Kolonyalize söylem tabiri, Ania Loomba’nın kulaklarını çınlatmak için kullanılmıştır zira bu tabir Loomba’ya aittir ve Loomba ondan, Türkçeye Mehmet Küçük tarafından çevrilen Kolonyalizm Postkolonyalizm isimli kitabında zevahiri kurtarmadan söz etmiştir.
Piskoposluğuna müteahhitliği de ekleyen bir babayla, hayatının son yıllarını akıl hastanesinde geçirmek zorunda kalan bir annenin kızı olarak 8 Şubat 1911’de dünyaya gelen Bishop, dizelerinde Ortodoksluk ve dolayısıyla püriten ahlakla cedelleşmesi bağlamında da adları anılan şairlere yaklaşmaktadır.
Kolonyalize söylem yanında erkek egemen anlayışın kadını nesneleştirmesi üzerinde yoğunlaşan Bishop, sadece şairlerle değil; Elias Canetti ve George Orwell gibi yazarlarla da bir arada ele alınabilecek bir şairdir.
Orwell’ın Hayvanlar Çiftliği’ni tersyüz ederek poetikasının merkezine hayvanları yerleştiren Bishop, doğal olarak pastoral anlatımı benimsemiş, lirizmi bir kenara bırakarak şiddetin resmini çizen dizeler kaleme almıştır.
Yüksek öğrenimini Vassar Koleji’nde tamamlayan şair, bu kurumda, Mary MacCarthy’yle bir edebiyat dergisi yayımlamıştır.
Öğrencilik yıllarında tanıştığı, bir şiirinde seslendiği Marianne Moore’un poetikasını konumlandırmasındaki katkısı inkâr edilemez.
İronik söylemi de bünyesinde barındıran şiirlerinde annesinin yaşadığı nöbetlerin etkisi hissedilmektedir.
Babasından öç almayı istediği için erkeklerden çok, kadınlarla diyalog kuran, diyaloglarında duygusal kapılar aralamayan Bishop, Türkçeye Cevat Çapan’ın kazandırdığı Soğuk Bir Bahar başlıklı kitabıyla Pulitzer Ödülü’ne layık görülmüştür.
Ödül aldıktan sonra Brezilya’yı mesken tutan Bishop, Carlos Drummond de Andrade’nin şiirlerini kendi dilinden okuyacak kadar Portekizce öğrenmiştir.
Yazarlık dersi vermek için 1970’te doğduğu topraklara dönen ve Boston’a yerleşen, 1979’da Boston’da ölünceye kadar şiir ve nesir çalışmalarını sürdüren Elisabeth Bishop’u hakkını teslim ederek tanımak için, öncelikle erkek egemen dilin kalıplarından ve Ötekileştirme mekanizmasından kurtulmak ve insanları kendi realiteleriyle algılamak gerekmektedir.
Sylvia Plath’ın methiyelerine mazhar olan Bishop, Türkiye’de onun kadar tanınmamaktadır. Bunun arkasındaki tek saik Plath’ın ön planda durması değildir. Bishop’un travmayı boyundan aşıran bir aileye mensubiyeti ve travmanın, onun hayatının diğer adı olması da bunda etkilidir.
Türkiye’de sadece sıradan olmakla itham edilen okurlar değil, kitaplar yayımlamış, yayımlamaya devam eden isimler de Avrupa ve Amerika’ya, artistik reflekslerle odaklanmakta ve reflekslerine uyan isimleri Türkiye’de tanıtmaktadırlar. Bishop, bu daireye dâhil olmadığı için, şiirlerini Türkçe Söyleyen Çapan dışında kimsenin kalemi ve dili onu yâd etmemiştir.
Aslında Plath gibi tanınmamasını da olumlu bir gelişme olarak görmek gerekir çünkü Plath, Türkiye’deki şubesi Nilgün Marmara hâricinde, yönünü magazinle tayin eden söylemin malzemesi olmaktan kurtulamamaktadır.